Tarihte Göz
Göz
Tarihte Göz
Antik çağlardan beri göz, tartışmalı yorumlara konu olmuştur. Birçok düşünür gözün aktif bir yapı olduğuna inanmıştır. Mesela Eflatun (M.Ö. 4. yy.) gözden yayılan ışınların objeleri kavradığını söylemiştir. Theophrastus gözün ateş içerdiği metaforunu kullanmıştır. Bunlara karşın Aristo görmenin gözden yayılan ışınlarla değil göze giren ışınlarla gerçekleştiğini savunmuştur.
İskenderiye’de Efesli Rufus gibi anatomistlerin diseksiyon çalışmaları ile yararlanarak Galen (A.D. 2. yy.) retina, üvea, kornea, iris, gözyaşı bezleri, göz kapakları, vitröz ve aköz sıvılar, kristalin lens gibi gözün temel anatomik ve fizyolojik özelliklerini belirlemiştir. Görmenin beyinden kaynaklanan ışınların içi boş bir optik sinirden göze iletildiğini ve ışınların gözden yayılarak görmeyi gerçekleştirdiği teorisini savunmuştur. Kristalin lensin görmenin en önemli parçası olduğunu söylemiştir.
Orta çağ İslam felsefesi ve tıbbında da göz ilgi çekmiştir. Galen’in çalışmalarını takip ederek al Kindi ve Huneyn ibn-İshak (9. yy.) ışınların gözden yayılması teorisini savunmulardır. Bağdatlı al Razi pupil daralması ve genişlemesini keşfetmiş, al Haytan gözün kuvvetli ışıkta hasar gördüğünü yazmıştır. Bu iki düşünür ve İbn-i Sina ışınların gözden yayılması teorisini doğru bulmamış ve ışığın göze girerek gözü etkilediğini savunmuşlardır.
İbn-i Sina’nın ortaçağ ve Rönesans tıbbına olan büyük etkisiyle ortaçağ Avrupalı düşünürler ışığın göze girerek gözü etkilediği teorisine daha yakın olmuşlardır. Leonardo da Vinci de önce ışınların gözden yayılması teorisini savunmuş, 10 yıl kadar sonra ışığın göze girerek gözü etkilediği teorisine yakınlaşmıştır.
Onaltıncı yüzyıldan itibaren kristalin lensin görmenin en önemli organı olması fikrinden uzaklaşılmış, optik sinir ve retinanın görme üzeirnde daha önemli olması üzerine yoğunlaşılmıştır. 1604’te Kepler nesnelerin içbükey retina üzerine imaj olarak düştüğünü ortaya atmıştır.